Biyografi

Cem Adrian kimdir

Ad Soyad: Osman Girgin Doğum Tarihi: 19 Ekim 1987 Nereli: İzmir Meslekler: ,

Cem Adrian kimdir, Cem Adrian, müzisyen, besteci ve yapımcı. Ortalama bir insandan 3 kat daha uzun ses tellerine ve 4.5 oktavlık ses genişliğinie sahiptir.

30 Kasım 1980 tarihinde, Yugoslav kökenli bir ailenin ikinci çocuğu olarak Edirne’de dünyaya geldi. Ortaokul sıralarında müzikle ilgilenmeye başlayan Adrian, ilk bestelerini de bu yıllarda yaptı. 12 yaşından itibaren Edirne’de radyoculuk yapmaya başladı ve bu işi yaklaşık on yıl boyunca belirli aralıklarla devam ettirdi. Radyoculuğun müzik yapabilmesi için hayatında önemli bir yeri olduğunu belirten Cem Adrian, ilk albümünde yer alan iki şarkı dışında bütün şarkıları çalıştığı radyonun stüdyosunda kaydetti.

Sonraki yıllarda müzik piyasasında şansını denemek ve amaçladığı noktalara gelebilmek için İstanbul‘a gelen Adrian, 2003 yılında Serkan ve Efkan Erdal ile birlikte kurdukları “Mystika” adlı etnik müzik grubunda solist ve dansçı olarak çeşitli mekanlarda sahne aldı. 2004 yılında, bir kafede çalıştığı sırada, Fazıl Say‘ın bir arkadaşı ile tanışma fırsatı yakaladı ve pek çok enstrüman sesini kendi sesiyle taklit ederek hazırladığı demosunu Fazıl Say’a ulaştırdı. Duyduğu sese hayran olan Say, Cem Adrian’ın Bilkent Üniversitesi‘nde özel öğrenci statüsünde eğitim alması için önayak oldu.

2005 yılının Şubat ayında, 1997 ve 2003 yılları arasında Edirne’de kaydettiği demolardan ve 2004 yılının Ekim ayında Fazıl Say ile birlikte verdiği ilk konserin kayıtlarından oluşan “Ben Bu Şarkıyı Sana yazdım” adlı albümünü çıkardı.

2006 yılının sonbaharında, yapımcılığını kendi üstlendiği ikinci albümü “Aşk Bu Gece Şehri Terk Etti” yi çıkaran Adrian, bu albümde yer alan ve albümle aynı adı taşıyan şarkısında, 134 kanal vokal kaydı yaparak hiç enstrüman kullanmadı. Albümün genel yapısı, Cem Adrian’ın, bas, tenor, mezzo, soprano ve koloratur soprano seslerinin koro kayıtları üzerine döşenen elektronik altyapılar oluşturdu. Bu albüme Denizhan, Umay Umay ve Suicide vokalleri ile katkılarda bulunmuşlardır.

Cem Adrian şu sıralar, son albümünün yan prodüktörlüğünü yapan Emin Yasin Vural ile birlikte elektronik ağırlıklı bir albüm hazırlığında. Adrian aynı zamanda, 2008 yılının Mart ayında piyasaya çıkarmayı planladığı “Essensials/Seçkiler-1” adlı albümünün de hazırlıklarını sürdürmekte.

:

Hikayenizin bugüne kadar duyduklarımızdan ne farkı var?

“Bilmiyorum.”

Nasıl başlıyor peki?

“Etiler’de bir kahvede fal bakıyorum. Eylül ayındayız. Devamlı fal baktığım bir müşterim var. Fazıl Say’ın arkadaşı. Müzisyen olmak istediğimi de biliyor. Kendi bestelerimden doldurduğum bir demoyu ona veriyorum. O da Fazıl Say’a götürüyor ve dinletiyor. Aynı gece telefonum çalıyor.”

Saat, yer?

“Evdeyim, akşam 8.00 civarı. İşten çıkmışım, evde dinleniyorum. Bilmediğim bir numara arıyor. Açıyorum. “Ben Fazıl” diyor. Sesinden tanıyorum. İnanılmaz bir heyecan. Fazıl Say beni arıyor! “Müziğini dinledim, yarın bir yemek yiyelim mi?” diyor. İnanamıyorum. O geceyi internette çalışarak geçiriyorum. Ya bana klasik müzikle ilgili bir şey sorarsa, kendisiyle ilgili bir şey sorarsa… Ertesi gün yemekte Fazıl Say karşımda.”

Size ne diyor?

“Bana, bu sesle müzik eğitimi alırsam bir dünya starı olabileceğimi söylüyor. Daha beni hiç dinlemeden üstelik. Sadece o demoyla. Sonra “Seni Ankara’da bazı hocalara dinletmek istiyorum” diyor. Üç gün sonra Ankara’dayım. Her şey çok hızlı gelişiyor. Bilkent Senfoni Orkestrası’nın şefi, ses uzmanı İbrahim Yazıcı’nın karşısındayım. Beni dinliyor. Fazıl Say’a “Çok kullandığı için yıpranmış ama böyle bir ses dünyaya bin yılda bir gelebilir” diyor. Beni Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları’na “özel öğrenci” statüsüyle alıyorlar. O güne kadar nota bile bilmiyorum. ”

Neymiş yani sesiniz? Bas mı, bariton mu, tenor mu?

“Sesim bas, bariton, tenor, kontrtenor, alto, soprano… Hepsi benim sesim. Bir tek sesim yok benim. Zaten onlar da sesimde bir tuhaflık olduğunu fark ediyorlar ve beni İstanbul’da önemli bir ses doktoruna gönderiyorlar. Fazıl Say randevu alıyor benim için. Ve doktor şaşırıyor. Çünkü ses tellerimin normal insanınkinin üç katı uzunlukta olduğunu öğreniyoruz! Herkes çok şaşkın. Fazıl bey, İbrahim bey, doktor…”

Ne kadar olması gerek ses tellerinin uzunluğunun?

“Nomalde 1,5 santim civarında oluyormuş.”

Ses tellerinizin normal bir insanın üç katı uzunluğunda olması ne anlama geliyor? Siz sakat mısınız, yoksa bu bir lütuf mu?

“Aslında haklısınız. Sonuçta anormalite. Ama iyi bir anormallik tabii. Zararı yok, bana faydası var. Ama bir yandan da başka insanlara göre ses tellerim çok daha hassas. Çok dikkat etmem gerekiyor. Bir insan sesine değil, pek çok başka insanın sesine sahibim.”

Tek başına bir koro musunuz siz?

“Öyle diyorlar!”

Siz ne zaman fark ediyorsunuz kendinizde bu sıra dışı durumu?p>
“Sesimi mi? Sesimin herkesinkinden farklı olduğunu bilmiyorum aslında. Ama bir gün müzisyen olacağımı biliyorum. İlkokuldan beri. Belki 7-8 yaşlarından beri…”

Nasıl?

“7-8 yaşındayken derslerde, teneffüslerde kaset kapakları tasarlıyorum. O kadar eminim yani ileride müzisyen olup kaset çıkaracağıma. Sonra eve gidiyorum, evdeki teybe sesimi kaydediyorum. Besteler yapıyorum, şarkı söylüyorum. Bir gün keşfedileceğimden eminim. Biliyorum bunu.”

Aileniz ne diyor bu durumunuza? Köyün delisi gözüyle mi bakıyorlar size?

“Köyün değil de, evin delisi gibi belki. Ama onlar tam olarak farkında değil durumun. Yani benim müzisyen olmak istediğimi bilmiyorlar. Ama ben, söylemesem de biliyorum. Aklım fikrim müzikte. Madonna dinliyorum, Michael Jackson dinliyorum. Kendi bestelerimi yapıyorum.”

Henüz ilkokuldayken mi?

“Evet ve benim gibi birkaç arkadaşım daha var. Bulmuşum kendim gibi insanları yani. Hepimiz kaset kapaklarımızı tasarlıyoruz. Aramızda rekabet bile var. Sonra tabii yollar ayrılıyor. Herkes üniversite derdinde, ben üniversiteye gitmeyi bile düşünmüyorum. Çünkü müzisyen olacağım! Liseden sonra Edirne’de bir radyoda DJ olarak çalışmaya başlıyorum. Bu arada söylemiş miydim, ailemle Edirne’de yaşıyoruz.”

Evet. Röportajdan önce…

“DJ olmak tabii teknik imkanlarımı evdekine oranla artırıyor. İşim bittikten sonra stüdyoda kalıp ses kayıtlarımı yapıyorum. Kendi bestelerimi söylüyorum. Bu arada enstrüman olmadığı için enstrüman da ben oluyorum. Araya trompet mi girmesi gerek, trompet sesi çıkarıyorum. Kontrbas mı gerek, kontrbas oluyorum.”

Bunun özel bir durum olduğunun farkında mısınz?

“Hayır. O sesleri çıkarabilmemin özel bir durum olduğunun farkında değilim. Saf saf, sadece enstrüman olmadığı için, yani mecburen kendi sesimle kapatıyorum açıkları. Bana herkes bu sesleri çıkarabilirmiş gibi geliyor. Ama müziğimin iyi olduğunu biliyorum. İyi müzik yapıyorum ve biliyorum ki keşfedileceğim. Bu arada doldurduğum demoları İstanbul’daki ünlü müzik şirketlerine gönderiyorum.”

Yanıt?

“Olumsuz. Hepsi geri çeviriyor. “Teşekkür ederiz, ama biz sizin için ne yapabiliriz?” diyorlar. Yılmıyorum. Çünkü biliyorum. Sadece doğru yer olmadığı için olmuyor.”

Hani şu müzik şirketlerini yıldıran tiplerden misiniz!

(Gülüyor) “Biraz öyle oldu galiba. Olumsuz yanıt geliyor ama ben yenisini doldurup gönderiyorum. ”

İstanbul’a nasıl geliyorsunuz?

“İstanbul’daki bir arkadaşım “Bu işleri yapacaksan, İstanbul’a gelmen gerek” diyor. Haklı. Kararımı veriyorum. İstanbul’dayım. Taksim’de bir ev tutuyorum. Bütün radyolara, müzik şirketlerine başvuruyorum. DJ olabilirim, cingıllar hazırlayabilirim. Ama iş yok! 17 gün sonunda İstanbul’da tüm param bitmiş olarak kalıyorum. Fal baktığımı bilen bir arkadaşım Taksim’de bir kafede fal bakacak birilerini aradıklarını söylüyor ve işe başlıyorum. Artık falcıyım!”

Müzik hayalleri bitiyor mu?

“Bitmiyor ama iyice uzaklaşıyorum. Yalnız üç arkadaş Mystica diye bir grup kuruyoruz ve The Ritz-Carlton, Çırağan gibi otellerde dans ve müzik gösterisi yapıyoruz. Caz söylüyorum, rock söylüyorum… Gündüz fal bakıp gece de bazı partilerde sahneye çıkıyoruz. Bu arada Etiler’de bir kafeye geçiyorum yine falcı olarak. İstanbul’a geleli bir buçuk yıl olmuş. Biraz moralim bozulmaya başlıyor ama biliyorum yine de: Başaracağım. Veee…”

“Evet. Sonunda o doğru yeri buluyorum. Ve Fazıl Say’a ulaşıyorum.”

Albümünüz cuma günü piyasaya çıktı değil mi?

“Evet. Ben de inanamıyorum. Hep söyledim, biliyordum bunu ama bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmezdim. İmaj Müzik’ten çıktı albümüm. “Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım” albümün adı. “Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım”, Fazıl Say’ın o demoda dinlediği ve benimle tanışmak istemesine neden olan bestem. Ama albümde “Summertime”, “Uzun İnce Bir Yol”, “Kimler Geldi Kimler Geçti” de var. Diğerleri benim bestem. Ayrıca “Summertime”ın bir özelliği var. Fazıl Say’ın Bilkent konserinde yaptığımız canlı kayıttan alındı. Piyanoda Fazıl Say var. Onun dışındaki bütün sesleri ben çıkarıyorum. Yedi farklı sesim var o şarkıda.”

Fazıl Say’ın Bilkent’teki konserine kot pantolon ve sabo terlikle çıkmışsınız. Zevksizlikten mi, sıra dışı olmak için mi?

(Gülüyor) “Yok hayır. Onlar sabo değildi ama öyle görünmüş olabilir. Bence gayet şıktım. Ama benden başka herkes simsiyah giyinmişti. Benim dışımda Fazıl Say’ın diğer genç yetenekleri de vardı. Ben koyu renk bir pantolon, bordo ceket ve krem rengi ayakkabı giymiştim, ondan öyle algılandı galiba.”

Gerçi görmedim ama kulağa pek şık gelmiyor tarifiniz!

“Evet, kulağa hoş gelmiyor farkındayım ama görseniz beğenirsiniz bence.”

Peki. Ben bestenizi dinledim ama tanımlayamıyorum. Yaptığınız müziğin türü ne?

“Etnik-caz, etnik-pop belki. Nasıl tanımlayabilirim, ben de bilmiyorum.”

Bu arada soyadınızın anlamı nedir?

“Kendi seçimim. Eğer bir soydan söz ediyorsak bu geldiğim yer olmalı diye düşündüm. Edirneli olduğum için de Adrianapolis’e gönderme yaptım. Adrianapolis’in Adrian’ını aldım. İbrahim Tatlıses’lerin döneminden olsaydım Cem Çokses olurdum herhalde… ”