Fikret Mualla Saygı kimdir, Toplumlara, ülkelere ve genel geçer değerlere aldırmadan sadece kendi iç güdüsüyle kendini resme adamış, çağının çok ilerisinde olduğu için anlaşılamamış, hiçbir sanat akımının sınırları içinde kalmamış, yaşarken hakettiği değeri bulamamış büyük Türk ressamı…
Fikret Mualla Saygı, 1903‘te İstanbul‘da doğdu. Babası Mehmet Ekrem Mualla Saygı, Avrupalıların, iflas bayrağını çekmiş Osmanlı Devleti‘nde alacaklarını düzenleyen Düyunu Umumiye‘de ikinci müdürdü. Aile, devlet memurlarının aylarca maaş alamadıkları bir dönemde, bolluk içinde yaşıyordu. Fikret, ailenin gözbebeğiydi. Annesi hep bir kız çocuk istemişti. Fikret doğunca da onu bir kız çocuğunun üstüne titrer g annesine oldukça düşkün büyüdü ve anne oğul arasındaki bu bağ, Fikret’in ilerki yaşamında önemli rol oynayacaktı.
Çocukluğunu Moda sahilinde taştan taşa atlayarak ve futbol oynayarak geçirdi. O yaşlardaki kahramanı dayısı, Fenerbahçe takımının sol açığı Hikmet Topuzer‘di. Onun gibi topa vurmak için çocukluğunun tüm enerjisini topa veriyordu. Ancak on iki yaşında yaşadığı ilk talihsizliği, acılı hayatıyla da ilk yüzleşmesi oldu. Sağ ayak bileği kırılmıştı ve aylar sonra iyileşmesine rağmen topal kalacaktı.
Ardından grip salgını nedeniyle biricik annesini kaybetti. Fikret arka arkaya gelen bu olaylar nedeniyle iyice hırçınlaştı. Babasının eve, Fikret’ten üç dört yaş büyük bir kadını üvey anne diye getirmesi, bardağı taşıran son damla olmuştu. Rivayete göre, Fikret iyice çılgına dönmüş ve kadını dövmüştü. Bir türlü anlaşmaya yanaşmayan Fikret, son çare teyzesinin yanına gönderildi. Daha sonra da mühendis olmak üzere Zürih‘te eğitimine devam etmesine kara verildi. Babası, Fikret’in iyi eğitim almasını ve mutlaka yabancı bir dil öğrenmesini istiyordu. Fakat Fikret, evinden ve ailesinden kovulduğuna inandı ve bu kompleksten hayatı boyunca sıyrılamayarak, ayrılmak istemeyenlerin bile bir gün kendisini terk edeceği fikriyle hırçınlaştı.
İsviçre‘den sonra Almanya‘ya yerleşti. O zamanki Almanya, I. Dünya Savaşı‘nın getirisi ekonomik bir buhran içindeydi. Babasının gönderdiği harçlıkla Fikret son derece rahat ve özgür bir yaşam sürüyordu. Özgürlük, Fikret’in en büyük tutkusuydu. Mühendisliği bırakıp, sanat dünyasının başıboş ve sınırsız özgürlüğünün cazibasine kapılarak resim yapmaya başladı. Artık yolunu bulmuş, ne istediğini biliyordu. Düzenli bir eğitim görmek gibi klasik deyimleri bir kenara itti ve kendini bütün varlığıyla iç güdüsüne bıraktı.
Memleketi ve memleketinin içinde olduğu zor koermişti. Sadece para istemek için mektup yazıyordu. Günün sanat anlayışını umursamadan içinden geldiği gibi çalışıyordu. Bu tutumu onu, basit bir kopyacı olmaktan kurtaracak ve gerçek sanatçılar arasında yer almasını sağlayacaktı.
Almanya’da geçirdiği yıllarda dil zorluğu çekiyordu. Sanat çevrelerinde, okulda öğrendiği çat pat Fransızcayla sesini duyuramıyordu. Kadınlar konusunda da son derece şanssızdı Mualla, topal oluşu ve utangaçlığı onu iyice yalnızlaştırmıştı. Bu yalnızlığı bastırmak için resim yapmadığı zamanları içerek doldurmaya başladı.
Sarhoşluğu arttıkça saldırganlaşan ve kavga çıkaran Mualla, 1928 yılında Berlin‘de ”Alkolik Deliriyum” teşhisiyle bir akıl hastanesine yatırıldı. Artık Deli sıfatı adının yanına eklenmişti Mualla’nın.
Bu olaydan sonra Almanya’dan Fransa’ya geçti. Alabildiğine sınırsız bir özgürlüğün ve sanat dünyasının başkenti Paris, Fikret’i bir anda sardı. Ama artık evden para gelmiyordu ve geçim sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Zorunlu olarak Türkiye’ye döndü.
Bakıköy Akıl Hastanesi’nde 3 gün gözetim altında kalarak akıllı raporu aldı ve resim öğretmeni olarak atandı. Ancak tayin edildiği Ayvalık Ortaokul resim öğretmenliğinden ” elektriği olmayan şehirin resim öğretmenine de ihtiyacı yoktur ” diyerek istifa etti. Ortaokul resim hocalığını hakaret sayıyor, yeteneğinin farkedilip Güzel Sanatlar akademisinde kendine bir yer bulacağını umuyordu. Fakat beklediği ilgiyi göremedi, çalışmaları aşağılandı. Hatta sanatı anlaşılamayan Fikret için, ”Zaten ressam değil ki o, sadece desinatör, grafikçi” dendi. Sarhoş olup çıkardığı taşkınlıklarla da Almanya’daki kötü şöhreti, İstanbul’un dar sanat çevresinde de hızla yayılmasına neden oldu. Böylece sanat camiasının kapıları Mualla’nın yüzüne kapanmış oldu.
Bir kere de edebiyatta şansını denemek isteyen Mualla, 1932’de yayımlanan, kendisiyle benzerlikler bulduğu Schiller hakkında bir kitap yazdı. 1932 yılında Beyoğlu‘na yerleşti. Hayranlık duyduğu İstanbul Şehir Tiyatroları sopranosu Semiha Bergsoy ve Nazım Hikmet‘le dostluk kurdu. Geçimini ufak tefek çizim işleri ve Şehir Tiyatrosundaki operetlerin kostümlerini çizerek kazanıyordu. Özel Süreyya Paşa Opereti’nde Semiha Bergsoy’un sahne kostümlerini de o tasarlamıştı. Ancak ne kostümler ne de Nazım Hikmet’in kitabını resimlemesi, Fikret’e bir şey sağlamadı. Sürekli içtiği Petrograd meyhanesinin borcunu bile sokak kapısına asılacak ”Şişeden Rakı İçen Adam” tablosunu yaparak ödedi. Resimlerini bir şişe içki karşılığında satıyordu.
İçinin kurtlarını, İsmail Hakkı Baltacıoğlu‘nun Yeni Adam dergisinde dökmeye çalıştı. Bu arada 1934 Temmuzunda Beyoğlu’ndaki Kapps Kitapevinde ilk sergisini de açtı. Henüz yağlı boya tabloları yoktu. Sergide suluboyaları ve desenleri yeraldı ama işleri pek fazla ilgi görmedi. Hiç bir sanat akımına tabi olmayan ve gününün çok ilerisinde bir üslupta dile gelmiş sanatı, o zamanki sanat çevrelerince anlaşılamamıştı.
Dikkat çekmek için artık ulu orta çıkardığı kavgalara, taşkınlıklara ve sarhoşluğa başvuruyordu. Değeri anlaşılamayan sanatçının hırçın sözleri 1936’de Bakırköy Akıl Hastane’nde bir yıl gözetim altında tutulmasına neden oldu. Bir türlü barışamadığı bu toplumdan ve İstanbul sanat çevresinden kaçarak 1939’da Paris’e taşındı. Paris bu hırçın ama özgürlüğünden kopamayan sanatçıyı tek dizginleyebilecek şehirdi.
Paris’e gitmeden önce yakın arkadaşı Abidin Dino‘nun isteğiyle, New York Fuarı Türk Pavyonu için otuza yakın tablo yaptı. 1938’de Ses dergisi için yaptığı illüstrasyon, müstehcen bulunarak hakkında dava açıldı. Bu dönemde ayrıca sanatçının Ses dergisinde yayımlanan Masal ve Üsera Karargahı isimli iki öyküsü bulunmaktadır.
Mualla’nın Fransa’daki yirmi altı yılı, içki, dengesizlik ve uyumsuzlukla geçti. Bu dönemde ressam Hale Asaf‘a aşık oldu ama aşkı karşılık görmedi. İki aylık bir süre için yeniden hastaneye yatırıldı. Ama resim yapmayı asla bırakmadı. Onu sınır dışı edilmekten kurtaran Dina Viery’nin koruması altına giren sanatçı, 1954’te Paris’teki ilk sergisini açtı. Birçok büyük sanatçıyla tanışan ressam, Picasso’nun da ilgisini çekmişti. Picasso ona imzalı bir resmini hediye etti. Ama Mualla bir şişe şarap karşılığında bu resmi sattı. İkinci sergisinden sonra tekrar akıl hastanesine yatırıldı.
Bir sarhoş ve deli olarak ünü doruk noktasındaydı ama yeteneği de artık faredilmeye başlamıştı. Koleksiyoncu Madam Angles’le bu dönemde tanışan Mualla, onun koruması altına girdi. Artık geçim derdi olmadan resim yapabiliyordu. Ama talihsizlik yakasını bırakmadı ve 1962 yılında felç geçirdi. Karaciğer rahatsızlığı da eklenince Paris’ten ayrılarak Reillane kasabasında bir eve yerleşti.
1967 Mayıs’ında sinir krizleri tekrar başlayınca bir dinlenme evine yatırıldı. 20 Temmuz sabahı yatağında ölü bulundu. Kemikleri 1974’de isteğine uygun olarak yurda getirildi ve Karaca Ahmet Mezarlığı‘na defnedildi.
Geride birçok eser ve sefalet içinde yaşamış yüce bir adamın sözleri olan onlarca mektup bıraktı. Bir sanatçı olarak doğmuş, her an bir sanatçı olarak nefes almış ve resimlerinden başka hiçbir şeyi olmayan bir sanatçı olarak ölmüştü.