Biyografi

İbn-i Sina kimdir

Ad Soyad: Osman Girgin Doğum Tarihi: 19 Ekim 1987 Nereli: İzmir Meslekler: ,

İbn-i Sina kimdir, Farisi kökenli tıp bilgini, filozof, İslam alimi. Batı bilim dünyasının başat felsefelerini, Doğunun düşünsel düzleminde yorumlamış; başta tıp olmak üzere, fizik, kimya, astronomi, simya, metafizik, tabiat, matematik ve geometriye kadar hemen her pozitif bilim dalıyla ilgili önemli eserler ortaya koymuştur. Tüm dünyada, modern tıbbın temeli sayılan ve yüzyıllar boyunca üniversitelerde baş kaynak olarak okutulan, “El-Kanun Fi’t-Tıb” (Tıbbın Kanunları) adlı kitabıyla, tıp dünyasında “eş-Şeyhu’r-Reis” (baş üstad) ünvanına layık görülmüştür. Helenistik çağın gelişimine yön veren Aristotales‘in felsefe öğretilerini, Yeni-Platoncu görüşlerin ışığında, Doğunun Farabi önderliğinde gelişen İslam eksenli felsefesiyle uzlaştırmaya, bağdaştırmaya çalışmış ve Doğuda modern felsefenin ilk yorumlarını kaleme almıştır.

Gerçek adı, Ebu’l-Ali el-Hüseyin olan İbn-i Sina, 980 yılının Ağustos ayında (hicri 370), günümüzde Özbekistan sınırları içinde yer alan Buhara yakınlarındaki Afşan‘da dünyaya geldi. Kökeni, eski bir Pers şehri olan, Mevlana dönemi öncesinin Belh‘ine dayanan babası Abdullah, buradan Buhara’ya göç etmiş, Samanoğulları devletinde, dönemin hükümdarı II.Nuh ile bağlantı kurmuş, yüksek görevlerle saraya hizmet etmiş bir bürokrattı. Afşanlı bir aileden gelen annesi Yıldız hanımla, saray tarafından Hormisen‘e memur olarak atandığı sırada evlenmişti.

Küçük yaşlardan itibaren öğrenmeye hevesli olan İbn Sina, henüz 10 yaşındayken, görenleri zekasına ve hafızasına hayran bırakacak şekilde, Arap Edebiyatı ile ilgili bilgiler öğrenmeye başlamış; bunun yanı sıra, Ku’an-ı Kerim‘i ezberine almıştı. Daha ilk öğretim yıllarındayken pozitif bilimlere merak saldı ve babası önderliğinde, dönemin gözde İslam bilginlerinden dersler almaya başladı. Ebu Abdullah el-Natili ve İsmail ez-Zahid tarafından, mantık, cebir ve gökbilim konularında yetiştirildi. Aynı zamanda, kendi bireysel çabalarıyla edindiği felsefe, fizik, tıp kitaplarını analiz etmeye çalıştı. Ptolemaios‘un eserlerinden coğrafya, Eukleides‘in eserlerinden ise geometri bilimlerini öğrendi. Henüz ergenlik çağına gelmemişken, fıkıh, fizik, metafizik ve tıp alanlarında uzman seviyesinde bilgi düzeyine sahip hale geldi. Felsefe konuları ve metafizik kanunlarına ilgisi ise, İsmaili tarikatından gelen bir propagandacı ve alim olan Mahmud el-Messah‘tan aldığı Hint aritmetiği dersleri neden oldu.

Aynı dönemlerde, Arapça ve Farsçanın yanı sıra, Yunanca, Latince, Süryanice ve İbranice dillerini de öğrenmeye başlayarak, pozitif bilimleri, kaynakların kendi dillerinde, deneysel düzlemde incelemeye başladı. Bu anlamda, Aristotales’in kuramlarına başvurdu. Ancak, defalarca okumasına rağmen, Aristotales’in metafizik kuramlarını idrak edemediğini belirten İbn Sina, Yeni-Platoncu düşünce sistemini de analiz etti. Doğu ve Batı bilginlerinin eserlerini oış açısıyla birçok bilim dalını irdeledi. Özellikle, Yunan ve İslam düşünürlerinin bilgi, mantık, fizik, bilim, psikoloji, evren, metafizik ve tanrıbilim görüşlerini yorumlayarak, Aristotales ile Farabi’nin izlediği yolu uygun gördü. Her bilim dalının kaynağının ve etki alanının farkli olduğu, dolayısıyla her birinin ayrı bir kategori altında incelenmesi gerektiği, mutlak çözüme ancak bu şekilde ulaşılabileceği fikrine vardı. Batılı bir düşünür olan Aristotales’in metafiziğini, Buhara çarşısında gezerken eski bir sahafta bulduğu, ünlü Doğulu düşünür Farabi’nin, Yunanlı filozofun kuramlarına atfen yazdığı “el-İbane” adlı eseri üzerinde yaptığı ayrıntılı inceleme sonucu kavrayabildi. Kafasındaki bu en büyük soru işaretini çözebilmenin verdiği sevinçle şükran secdesine kapandı ve civardaki fakirlere sadaka dağıttı.

16 yaşına geldiğinde, tekrar tıp araştırmalarına geri döndü. Hastalıklara neden olan mikroplar üzerinde araştırmalar yapmaya başlayarak; hastalıkları bulaşıcı ve bulaşıcı olmayanlar şeklinde ayırt etti; semptomlar üzerinde yoğunlaştı ve sağıltımla ilgilendi. İncelemeleri sonucunda elde ettiği verilerle, yeni tedavi yöntemleri geliştirdi. 997 yılında, Sasani Emiri Mansur’un oğlu, Buhara prensi Nuh bin Mansur‘un hastalanması üzerine, bilgisine başvurulan İbn Sina, uyguladığı tedavi yöntemiyle başarıya ulaşınca, Samanoğulları sarayında hükümdarın özel doktoru olarak görevlendirildi. Karşılığında para yerine, kendi isteği üzerine, devrin bilinen ve bilinmeyen en önemli bilimsel eserlerinin orijinal nüshalarını içeren, eşsiz bir kaynak zenginliğine sahip saray kütüphanesinin Hafız Kütüplüğü’ne getirildi ve buradan istediği şekilde yararlanma hakkı elde etti. Bu başarısının ardından, kendini birçok değerli eserin yardımında, oldukça geliştiren İbn Sina, henüz 17 yaşındayken, fıkıhtaki dahiliğinin yanı sıra, insanoğluna şifa dağıtan bir “tıp bilgini” olarak ünlendi.

18 yaşına geldiğinde, döneminin temel bilim giye sahip olan İbn Sina, vaktinin çoğunu okumakla geçiriyordu. Aynı zamanda, ilk öğretilerini de burada kaleme almaya başladı. Ancak bir süre sonra, saray kütüphanesinin (Seyranü’l Hikme, Buhara kütüphanesi olarak bilinir), çıkan bir yangında kül olmasıyla birlikte, İbn Sina’nın başarılarını kıskanan ve ona düşman olan bir kesim, kütüphaneyi onun yaktığını iddia etti. Bu ithamlar nedeniyle huzursuz günler geçiren filozof 20 yaşındayken, hamisi olan Samanoğlu hükümdarı vefat etti. Ardından, iki yıl sonra, babasını kaybetti. Aralık 1004‘te ise, koruyucusu Samanilerin, Gaznelilere yenik düşmesi sonucu, hanedan çöküş sürecine girdi. Bu olaylardan sonra İbn Sina, bilimsel gelişmeleri kaynağında inceleme amacıyla Buhara’dan ayrıldı. Değerini anlayacak, çalışmalarına kıymet ve maddi destek verecek bir saray çevresi arayışında oldu. Zaman zaman ekonomik sıkıntıya düştüğü için, bazı saraylarda vezirlik, özel hekimlik yaptı ve oradaki bilim, kültür, sanat çevrelerinden ünlü kişilerle biraraya geldi. Ancak, siyaset ilminin kurallarına bir türlü alışamayan İbn Sina, hem sevilen hem de düşmanca hisler beslenilen biri olarak, sürekli iftiralara uğradı; yerel otoritelerle fikri çatışmalara girerek; düşünsel çalışmalarını, daha huzurlu ve güvenli bir ortamda sürdürmek niyetiyle yer değiştirmeye devam etti.

Artık, önemli siyaset adamlarının da baş danışmanı haline gelen ünlü İslam düşünürü, batıya, Harizm ve Horasan civarına doğru yol aldı. Buralarda karşılaştığı alimlerle uzun sohbetler yaptı ve bilgi alışverişinde bulundu. Yazın çalışmalarına devam etti. Bilginlere saygıyla kapılarını açan, ilmi araştırmalarında kendilerini destekleyen, maaş bağlayan Harezmşah Ali bin Me’mun‘dan gelen teklif üzerine, onun sarayına yerleşti. İbn Sina, burada çağının en tanınmış İslam alimi Ebu Reyhan el-Biruni ile tanışarak, fizik ve astronomi başta olmak üzere, birçok bilimsel konuda onunla birlikte çalışma fırsatını yakaladı. Hem öğretmen, hem de öğrenci oldu. Ayni zamanda, İbnü’l-Hammar, Ebu Sehl el-Mesihi, İbn-i Tayyib ve Ebu Nasr el-Iraki gibi diğer saray alimlerinin eğitmenliği ve koruması altında, en önemli eserlerini yazmaya başladı. Bu verimli çalışmaları sürdürürken, 1012 yılında, dönemin güçlü hükümdarlarından Gazneli Mahmud, Harezmşah’dan, sarayındaki alimleri kendi huzuruna göndermesini talep etti. Birçok alim bu davete icap ederken, İbn Sina ile Ebu Sehl el-Mesihi bilimsel çalışmalarına ve araştırmalarına yoğunlaşma isteğinde oldukları için teklifi geri çevirdiler. Ancak, Gazneli Mahmud’un tehlikeli boyutlara varan ısrarlarından kaçmaya karar verdikten sonra çıktıkları Harizm çölündeki yolculukta, Şehl İbn-i Sina Mesih, açlık ve susuzluktan hayatını kaybetti. Alimin kendisi de çok zor koşullar altında yolculuğunu tamamlayarak Cürcan‘a geldi.

Cürcan’da, hayatının sonuna kadar en yakın dostu ve talebesi olarak kendisinden ayrılmayacak olan Ebu Ubeyd el-Cüzcani ile tanıştı. İleride, yazılı ilk biyografisini de kaleme alacak olan talebesi Cüzcani’ye, sahip olduğu bilgileri sistematik bir şekilde öğretmeye başladı. Yine dönemin ileri gelen düşünürlerinden Ebu Muhammed Şirazi ile de yakın dostluk kuran İbn Sina, ünlü alimin koruması altına girerek, iki yıl boyunca oldukça verimli çalışmalar yaptı. Önemli eserler kaleme aldı ve dersler vermeye başladı.

Ünlü filozof, tıp alanında Doğu’dan sonra, Batı bilim dünyasının da, temel kaynak olarak yararlanacağı ve çağlar boyu üniversitelerinde okutacağı, “el-Kanun Fi’t-Tıb” adlı kitabını burada kaleme aldı. Bilimsel bir şaheser, insanoğlunun neslinin devamında büyük bir yol gösterici niteliği taşıyan bu eserin ardından, çok sayıda risale ve diğer alanlarda kitaplar da yazan İbn Sina, 1024‘te, Cürcan’dan ayrılarak Hemedan‘a gitti. Buveyhi Hükümdarı Şemsüddevle‘yi, yakalandığı amansız hastalıktan kurtarması sonucu, emirin dostluğunu kazanarak, koruması altına girdi ve Şerefü’l Mülk ünvanını alarak sarayda baş vezirlerden biri oldu. Günlerini, sarayda, ülke yönetimine dair fikri hizmetlerle geçiren İbn Sina, geceleri ise okumaya ve yazmaya devam etti. Ancak, ülke dışından gelip, böylesine yüksek bir mertebede görevlendirilmesine ve emirin onun düşüncelerine büyük önem vermesine içerleyen birtakım siyasal çevreler tarafından suçlamalar ve iftiralarla karşılaştı. Kırk gün bir dostunun yanında saklanmak zorunda kaldı. Ancak emirin hastalığının tekrar nüksetmesi üzerine, yeniden saraya çağrıldı ve vezirlik görevine döndü. Çalışmalarına ve eğitmenliğe devam eden İbn Sina, emirin ölümünün ardından tahta geçen oğlu Şemaüddevle‘nin vezirlik teklifini reddetti ve muhalif tavırlardan çekinerek yeniden saklandı. Ancak düşmanları tarafından bulunarak Ferdecan Kalesi’ne hapsedildi. Dört aylık mahkumiyeti boyunca, yazmaktan vazgeçmeyen ünlü bilgin, “Hay İbn Yakzan“, “el-Kulunç” ve “el-Hidaye” adlı eserlerini burada kaleme aldı.

Sona eren mahkumiyetinin ardından, İbn Sina, düşmanlarının iftiralarından kurtulamaması ve sonu gelmeyen siyasal çatışmalardan bunalması nedeniyle, 1023‘te, gizlice İsfahan‘a kaçtı. Burada, bir süre, Hemedan vezirlerinden olan bir dostunun evinde kaldı ve “eş-Şifa” adlı ünlü tıp kitabının eksik bölümlerini tamamladı. Buveyhilerin hükümranlığına son veren, Kakuyilerin hükümdarı Alaüddevle‘nin koruması altına girdikten sonra, katıldığı meclislerde büyük itibar görmeye başladı. Aynı zamanda vezirliğe getirildi ve ilmi dehası gittikçe yayıldı. Matematik, geometri, astronomi gibi bilimsel dalların yanı sıra, musikiyle de ilgilenen İbn Sina, bu konularda kaleme aldığı, fakat yarım kalan eserlerini tamamlama fırsatı buldu. Emirin isteği üzerine, astroloji ve takvimle ilgili ilmi çalışmalar yaptı. Aynı zamanda, aralarında iyi bir dostluk ilişkisi kurulmuş olan emirle birlikte, savaşlara bile katılmaya başladı.
İki yıl süren bu rahat yaşam ve çalışma koşularının ardından, Gazneli Mahmud’un oğlu, Sultan Mesud’un İsfahan’ı işgal etmesiyle birlikte, evi yağmalandı ve yeniden huzursuz günler geçirmeye başladı. Bu karmaşada, “Kitab’ül İnsaf” ile ünlü filozofun kaleme aldığı en son eser olduğu düşünülen “Hikmetü’l-Meşrikıyye” kayıplara karıştı. Bu olayların ardından sağlığı bozulan İbn Sina, kolik (kulunç) hastalığına yakalandı. Kendi geliştirdiği tedavi yöntemiyle sağlığı biraz daha iyiye doğru gidince, 1037‘de, Alaüddevle’ye, çıktığı bir seferde yoldaşlık etmek istedi. Ancak yolculuk esnasında durumu daha da ağırlaştı ve Hemedan dönüşü hayatını kaybetti. 57 yaşında hayata gözlerini yuman ünlü İslam aliminin, üzerine İran Ulusal Anıtlar Derneği’nin ihtişamlı bir anıt yaptırdığı kabri, Hemedan’da bulunmaktadır.

FELSEFESİ :

İbn Sina, ünlü Yunan filozof Aristotales’in ortaya koyduğu varoluş felsefesini, İslam-Doğu medeniyetleri düzleminde yorumlamıştır. Görgücü-usçu bir düşünsel yöntemin temellerini atmıştır. Batılı filozoflardan Aristotales’in, Doğulu filozoflardan da, Aristo’nun kuramlarına atfettiği şerhi yorumlarını, kendi düşünceleriyle birleştiren Farabi’nin etkisi altında kalarak, kendine özgü felsefik bakış açısını yakalamıştır.

Somut sonuçlara sahip, deneysel gözlemlere olanak tanıyan bilimlerle felsefeyi uzlaştırmaya çalışan İbn Sina, her bilimin ayrı bir sistematiksel felsefesi olduğunu düşünmüş ve Aristotales’in sınıfçı bilim ayrımını desteklemiştir. Bilgi, mantık, evren (fizik), ruhbilim, metafizik, ahlak, tanrıbilim ve diğer bilimlerin ayrı başlıklar altında incelenmesini öngörmüştür. Bu ayrımı ise, İslam felsefesine iki ayrı koldan uyarlamıştır. İlki, Platon’la Aristotales’in düşüncelerini ortak noktalara bağlayan “Meşaiyye” kolu; diğeri ise, Platon’la Doğu felsefelerini aynı düzlemde ele alan “İşrakkiye” koludur. Aristotales ile Farabi’nin akılcı düşünselliği ile, ünlü İslam doğabilimcisi Ebubekir Razi’nin deneysel düşünselliğini biraraya getirerek, bağdaşımlar kurmuştur. Bu akılcı-deneysel düzlemde ise en önemli görevi, “gözlem”e vermiştir. Ona göre, usçu ilkeler ve deneysel gerçekler, aslında bir bütünün parçalarıdır ve biraraya geldiklerinde yaşantımızın bütününe tesir ederler. Temelde bilgi ve ona ulaşma çabası olduğu halde, bu çabanın en önemli destekçileri, akıl, deney ve gözlemdir. Bilginin kaynağı sezgilerimiz olmakla birlikte, gözlemsel bir deney sürecinden geçirilmemiş; doğruluğu sınanmamış sezgiler, bilgi sayılamaz. Ona göre, hipotezle başlayan bilgi, kıyaslama süzgecinden geçerek olgunlaşır; deney ve duyu gibi dışsal faktörlerle temas etmesiyle, mantıksal kuramlar üzerine oturur.

İbn Sina, Meşailikle başlayan felsefe yolculuğu süresince, akılcı bir felsefe izlemiş; tıbbi kuramlarına deneysel bir yöntemle şekil vermiş ve doğabilimde ise, gözlemsel bir bakış edinmiştir. İşrakiliğe geçişiyle ise, Doğu bilim dünyasına farklı bir boyut kazandırmıştır.

İbn Sina, felsefesini, 3 başlıkta ele almıştır :
* Yüksek Bilimler (Al-ilm-ül-ali), maddeden tamamen bağımsızlaşmış, soyut bilimlerdir (metafizik ve mantık),
* Aşağı Bilimler (Al-ilm-ül-efsel), maddeye bağımlı bilimler (doğa bilimleri)
* Orta Bilimler (Al-ilm-ül-avsat), maddesinden sadece zihinsel boyutta ayrılan bilimler (matematik bilimleri)

Bilimleri, kaynaklarına göre sınıflandırdıktan sonra, mantıksal çıkarımlara giden İbn Sina, Aristotales’in yolunu izleyerek, felsefeyi de iki başlık altında ele almıştır :
Kuramsal Felsefe
Eylemsel Felsefe

Kuramsal felsefe, kaynağı eylemden bağımsız, mutlak bilgi olan matematik, doğa ve metafizik felsefelerini kapsar. Eylemsel felsefe ise, bilgi ile eyleme aynı anda ihtiyaç duyulan bir sistemdir. Siyaset veya medeni felsefe, ev veya ekonomi felsefesi ile ahlak felsefesi gibi üç eylemsel dala ayrılmaktadır. Usçu ilkeler ve mantıksal bakış açısıyla ele alınan bilginin mutlaklığı, ancak bu şekilde sınanarak kanıtlanabilir ve tez, senteze dönüşebilir. İbn Sina da Aristo gibi, felsefenin toplumsal açılımlarını, tümdengelim yöntemiyle incelemiştir. Birçok düşünür gibi, o da, insanoğlunun varoluşunu sorgulamış; din ile felsefeyi bağdaştırmaya çalışmıştır.

DİN VE MANTIK DÜZLEMİNDE VARLIK FELSEFESİ :

İbn Sina, din felsefesinin temelini oluşturan “varlık” ve kökeniyle sorulara cevaben, fıkıh bilgisinin de yardımıyla, Tanrı ve din kavramları üzerinde durmuştur. İbn Sina, Tanrı’dan gelen ilk varlığın “us” olduğunu düşünmüştür. Ondan sonraki her varlık, bu usun türevidir. Her us, bir varlığı oluşturur ve varlıktaki en etkin us da “akıl“dır. Madde, sınırları olan, kendi içinde eyleme müsaade eden, varlıkla soyut dünyanın bileşimidir. Bir Doğu bilimi olan Kelam’ı, Aristotalesçi metafizik ve Yeni-Platonculukla bağdaştıran İbn Sina, böylece kendi metafiziğini oluşturmuş; varlık fesefesini üç ayrı bölümde incelemiştir:

1- Olanaklı varlık: Süregelen bir devinim içerisinde, varoluşun ve yokoloşun gözlendiği, nesnesel değişime açık varlıktır.
2- Kendiliğinden olanaklı varlık: Tanrısal bağlantısından dolayı, olanakları kısıtlanmış varlıktır. Genel olarak evreni oluşturan tümeller ve ilkelerdir.
3- Kendiliğinden zorunlu varlık: Her varlığın ilk nedeni olan, Tanrı’dır. Ünlü filozofun tanrıbilim felsefesinin dört ana başlığının çıkış noktası, bu varlık türüdür: Yaradılış (evren), Ahiret, Peygamberlik ve Tanrı. Yaradılışın özü, “yaratıcı“dan, yani Tanrı’dan geliyorsa, O’nun haricindeki tüm varlıklar “yaratılan“dır. Varlık bir yaratılan olduğuna göre, iyeliği Tanrı’ya aittir ve onun özünden gelen ilk sebebin başlangıcıdır. Dolayısıyla, varlığı zorunlu olan Tanrı, ilk olarak aklın varlığını meydana getirmiştir. Ahiret ise, varlığın ilk kaynağıdır ve ruhların “ölüm”le dönüş yeridir. Tanrı, en üstün varlık olarak insanı yaratmış ve ona özgürce kullanabileceği bir irade gücü, akıl vermiştir. Tanrının elçisi olan Peygamberler ise, özgür iradeye sahip olmalarının yanı sıra, diğerlerinden farklı ve yüksek bir seziyle donatılmışlardır. Dolayısıyla, vahiyler de, bu akıl ve sezinin birleşiminden ortaya çıkmıştır. Son olarak, Tanrı bilgisini ele alan İbn Sina’ya göre “yaradan”, varlığı zorunlu, kaynağını çözmeye insan iradesinin yeterli gelmeyeceği, kanıta sığmaz bir bilici ve görücüdür. Batının din felsefesini, İslami bakış açısıyla yorumladığı “Kitab üt-tayr-Kuş” adlı kitabında, iki felsefenin görüşlerini uzlaştırmaya çalışmıştır.

Ünlü filozof, varlığın tasarlanabileceğini düşünmüştür. Yani, bütün varlıklar, aslında tasarlanmış düşüncelerin maddesel forma girmiş halidir. O halde, düşünceyle varlık özdeş kavramlardır. Ona göre, evrende boşluk yoktur ve her nesnenin kendine özgü devinimi vardır.

İbn Sina, mutlak bilgiye ulaşmada, mantığın önemli olduğunu; ancak mantığın tek başına bizi mutlak bilgiye götürmeyeceğini söyler. Mantık, bilgiye ulaşmada, sadece düşünce yetisinin etkin şekilde kullanılmasına yardımcı bir araçtır. Mantık kuralları, düşünceyi sistematikleştiren, değişime kapalı, genel bir geçerliliği olan kurallardır. Kavramlar ve yargılar, mantığın iki taraflı boyutlarıdır. Sezilere dayalı kavramlar, iki tekilin ilişkisini ifade eden yargılarla bir bütün oluşturur. Bu anlamda, tanımlara, önermelere ve tümel varlıklara felsefesinde önemli bir yer veren İbn Sina, fiziksel kuramları, metafiziğin çıkış noktası olarak görmüştür. Düşünürün mantık felsefesi, Aristo’nun felsefesinin devamı niteliğini taşımakla birlikte, birçok konuda daha modern yaklaşımlar içermektedir. Ona göre, bilimsel metotların geçerlilik kazanmasında ihtiyaç duyulan kanıtlanmış gerçeklere, ancak mantıksal ilkeler ışığında ulaşılabilir.

İbn Sina, doğa felsefesini, cisimlerin varlığı üzerine oturtmuştur. Her cismin bir maddesi ve sureti olduğunu belirtmiş; maddenin cismin benliğine, suretin de özelliklerine tekabül ettiğini kabul etmiştir. Hiçbir cismin hareketi, yerküreden bağımsız değildir. Cismin bölünmeyen en küçük formu olan “atom“cu görüşleri kabul etmeyen İbn Sina, bu görüşüyle, diğer İslam kelamcılarından ayrılmıştır. Aynı zamanda, Aristotales gibi, psikolojiyi de tabiat bilimleri içinde değerlendirmesine rağmen, ruhun tamamen bedenden bağımsız olduğu düşüncesiyle, ondan ayrılmıştır.

Pozitif bilimlerden, özellikle matematik ve geometrinin kuramsal biçimleri üzerinde durmuştur. Euklides’in geometri üzerine yazdığı kitapları derinlemesine incelemiş; enlem ve boylam hesaplarında, günümüz astronomi biliminin verilerine oldukça yaklaşmıştır. Fizik konularında ise, kütlenin ağırlığı, yerçekimi kanunları, hareket üstünde yoğunlaşıp, hatırı sayılır bilgilere ulaşmıştır.

Tıp, fizik, astronomi, felsefe, mantık, edebiyat, arkeoloji, kimya, simya, farmakoloji gibi birçok bilimin yanı sıra, musikiyle de ilgilenen İbn Sina’nın dehasının genel kabul gördüğü alan, tıp bilimidir. Birçok tıbbi yanılsamayı, araştırmaları ve buluşlarıyla ortaya çıkarmış; gelenekselleşmiş tedavi metodlarını modernize etmiştir. Hastalıklara neden olan şeyin, mikrop olduğunu ilk keşfeden alimdir. Aldığımız gıdalardaki vitaminlerin, vücutta parçalanarak kana karıştığını ve bu anlamda kanın, taşıyıcı bir özelliği olduğunu ortaya çıkarmıştır. Beyin dokusu gibi yumuşak ve kemik dokusu gibi sert bölgelerin de iltihap kapabileceği düşüncesini ortaya atarak, yüzyıllardır süregelen bir yanılsamayı çürütmüştür. Dönemin ilkel şartlarında, eller yardımıyla, vücuttaki iç hastalıkların tespit edilebileceğini göstermiştir. Şeker hastalığı tanısına, idrardaki şeker oranının tesbitiyle varılabileceğini keşfetmiştir. Ayrıca, kızıl denilen hastalığın nedenlerini ve gelişim sürecini bulmuştur.

Narkozla dahili operasyonu ilk uygulayan cerrahtır. İçme suyundaki mikropların kolayca vücuda girerek birçok hastalığı tetiklediğini keşfetmiş ve ilk su arındırıcı filtreyi icat etmiştir. Şarbon ve sarılık hastalıklarını net bir şekilde tasvir etmiş; nedenlerini ve gelişim süreçlerini ortaya koymuştur. Ayrıca, akıl hastalarının, Avrupa‘daki gibi zincirlere vurulup, karanlık ve küçük zindanlarda tutulması yerine, bu kişilere müzik eşliğinde terapi uygulanmasının çok daha iyi sonuçlar vereceğini ileri sürmüştür.

Hemen her bilim dalında engin bilgilere sahip olan İbn Sina, hayatı boyunca birçok önemli eser kaleme almıştır. Genellikle Arapça olan bu eserlerin bazılarını Farsça dilinde yazmıştır. Asıl ünü tıp bilimindeki başarılı tespitlerinden gelmiş; bunun yanı sıra düşünsel alandaki görüşleriyle de, İslam felsefesini derinden etkilemiştir. 17’si sadece tıp alanında olmak üzere, diğer bilim dallarında da 160’tan fazla sayıda kitap yazmış; birçok eseri de günümüze ulaşamadan yok olmuştur. Aristotales’in felsefesini, kendi düşünceleri doğrultusunda yorumladığı ve Yeni-Platon felsefesiyle karşılaştırdığı, “Metafizik” ile “Kitab el-Nefs” adlı kitapları, Avrupa’nın dikkatini çekerek, ilk Latinceye çevrilen eserleri olmuştur.

Hemedan’da ikamet ettiği dönemlerde, Meşşailiği savunduğu ve sadece yirmi günde kaleme aldığı söylenen; tıbbi bilgilerin yanı sıra, psikoloji, tabiat, fizik ve metafizik konularında da önemli bilgiler içeren, 18 ciltlik “El-Şifa” kitabı, Ortaçağ‘da Avrupa dillerine, “Suffcientia” adıyla çevrilmiştir. Tıp bilimini, fizyoloji, hıfzıssıhha, tedavi ve ilaç bilimi olan farmakoloji gibi bölümlere ayırmak suretiyle, tek tek açıklamıştır. “El-Necat” adlı kitabını, “El-Şifa”nın bir çeşit özeti olarak, üç bölüm halinde yazmış; sonrasında ise, “El-Necat”ın geliştirilmiş ve düzeltilmiş bir versiyonu olan “El İşarat Vet-Tenbihat“ı kaleme almıştır. Yine Aristo’nun felsefesi üzerine yorumlarını içeren ve yirmi ciltten oluşan “Kitabü’l-İnsaf” önemli eserleri arasında yer almaktadır.

Ünlü bilgin İbn Sina’nın, tıp dehasını insanlık tarihinin hizmetine sunduğu, en ünlü eseri “El-Kanun Fi’t-Tıb” (Tıbbın Kanunları) adlı kitabıdır. İlk defa XII.yüzyılda Latince çevirisi yapılan bu şahaser, çağlar boyunca (XVII.yy.a kadar) en ünlü Avrupa üniversitelerinde zorunlu ders kitabı olarak okutulmuştur. XV. yy’da, İngolstadt Üniversitesi‘nin Tıp Fakültesi’nin en büyük dersliğine, ünlü alimin ismi verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu hükümdarlarından III.Mustafa‘nın emriyle, henüz matbaanın ülkeye gelmediği bir dönemde, 1766‘da bu kitap, “Tül-Mathun” adıyla Türkçeye kazandırılmıştır. Doğu ve Batı tıp bilimine, 600 yıl boyunca hizmet eden, doğru ve net bilgi verdiği kanıtlanmış bu kitap, gerek Doğulu gerekse Batılı birçok bilgin için de yol gösterici olmuştur. İbn Sina, Yunan felsefesiyle İslami Kelam ilmini, bağdaştırmaya çalışmıştır. Farabi’nin öğretilerinin, İmam Gazali gibi sonraki nesil alimlerine ulaşmasında bağlayıcı unsur haline gelmiştir. Avrupa’da, matbaanın icadının ardından, İncil‘den sonra en çok basımı yapılan ikinci kitaptır.

Batı bilim dünyasında, “Avicenna” adıyla bilinen ünlü bilginin dev portresi, günümüzde, Paris Üniversitesi‘nin konferans salonunda, er-Razi’nin portresinin yanında bulunmaktadır.

ESERLERİ:
Eş-Şifâ, En-Necât, El-İşârat ve’t-Tenbîhât, Danışnâme-i Âlâ, El-Mebde ve’l-Me’âd, Uyûnü’l-Hikme, Et-Ta’likât, Esbâbu Hudûsi’l-Hurûf, Hay b. Yakzân, El-İnşâf, El-Hidaye, El-Kulunç, El-Hikmetü’l-Arûziyye, Ahvâlü’n-nefs, Lisanü’l-Arab, Esraru’s-Salât, En-Nebât ve’l-Hayevân, Esbâbu Râd ve’l-Berk, Ed-Düstûru’t-Tıbbî, Akşâm-ul-Ulûm vb.